Biyokimya mesleğinin tanımı

Biyokimya, biyolojik sistemlerin kimyasal yapı ve işlevlerini moleküler düzeyde inceleyen bir bilim dalı olup....

Biyokimya lisans eğitimi veren üniversiteler

Biyokimya bölümü lisans eğitimi Türkiye'de ilk Ege Üniversitesi Fen fakültesinde başlamıştır.Daha sonra 2011 yılında Sivas Cumhuriyet.....

Biyokimya ve canlılar

Biyokimya, bitki, hayvan ve mikroorganizma biçimindeki bütün canlıların yapısında yer alan kimyasal maddeleri ve canlının yaşamı boyunca sürüp giden kimyasal....

Karbohidratlar

İnsan ve hayvan vücudunda glikojen, bitkilerin yapısında nişasta ve selüloz olarak yer alan karbonhidratlar (CHO); karbon, hidrojen ve oksijen atomlarından meydana gelmiş organik bileşiklerdir.....

Enzimlerin Biyokimyadaki yeri ve önemi

Bir kimyasal tepkimeye sebep olan ve onu hızlandıran, çoğunlukla Protein yapısında olan organik Maddeye Enzim denir.....

Pages

Sitemize Hoşgeldiniz

27 Aralık 2014 Cumartesi

Deri check-up'ı DNA'yı inceliyor



Cilt sağlığını belirleyen en önemli etkenlerden bir tanesi cilt hücreleri içindeki DNA'lardır. Deri hem en büyük organımız olması nedeniyle hem de dışarıyla en fazla temasta olan organ olmasından dolayı bakıma en muhtaç bölümdür.


Plastik cerrah Dr. Dilek Avşar, cilt sağlığı ve yıpranmaların önüne erken geçebilmek için deri check up'ı denilen yöntemin uygulanabileceğini belirtiyor. Bu çalışmada DNA'da estetik açıdan etkili olan parametreler inceleniyor.
İLK OLARAK ELASTİKİYET AZALIYOR
Cilt yaşlanmaya başladığında sıkılığı ve elastikiyeti azalır ve ciltte sarkmalar başlar. İlk kategoride elastikiyeti ve sıkılığı sağlayan kollejen üreten genler incelenir.Kollejen yapımının azalması ve kollejenlerin yaşlanması elastikeyet kaybı ve sarkmayla sonuçlanır.Genetik yapı kollejen üretiminde ve kollejenin dayanıklılığında önmelidir.Bu kategorideki inceleme ile ciltteki erken kırışıklığın,sarkmanın önlemleri alınabilir. 
CİLTTE ÇATLAMA GEVŞEKLİĞE BAKILIYOR
İkinci katogoride ise glikasyon durumu incelenir. Glikasyon, vucutta işlenmeden kalmış kalan fazla şekerin elastin ve kollejene bağlanmasıdır ki bu tüm vucudu yaşlılığa götüren en büyük etkendir. Ciltte oluşan glikasyonla ciltte çatlama, incelme, kendini onaramama, gevşeklik ve kızarıklık görülür.
GÜNEŞİN ZARARLI ETKİLERİ
Üçüncü kategoride güneşin zararlı etkileri ve pigmentasyon genleri incelenir. Yaşlanma ve lekenme durumu için önemli olan genler incelenerek bu yönde tedbir alınması sağlanır. Dördüncü kategori de ise vücutta hastalık yapan serbest radikallerin deriye ait genleri incelenerek; genetik olarak serbest radikallerle vucutta savaşan antioksidanların kabiliyetleri tespit edilir.Serbest radikaller;erken yaşlanma,deride mat görünüm,lekelenme ve sarkmalar yapar. Antioksidanlarda onları engllemeye yönelik çalışır.
HASSASİYET VE İLTİHAP YAPAN GENLER
Beşinci kategori ise deride hassasiyet ve inflamasyon yapan genler incelenir. Bu sayede ciltte  iyileşmenin geçıkmesi,kızarıklık ve şişkinlik(ödem) gibi cildi yıpratıcı sorunlarla karşılaşılabilir. Toplam bu 5 kategorideki genler incelenerek kişinin bu bölümlerde zayıf ve güçlü olduğu yönler ortaya çıkarılır.Yapılacak tedaviler ve alınacak önlemlerle zayıf olan yönler desteklenmiş ve güçlü oldugu kısımlara da gereksiz yatırımlar yapılmamış olur. Doğru ve kişiye özgü yol haritası ile de kişinin cildindeki erken yaşlanma bulguları geciktirilir ve iyi yaş alması sağlanır.

Bakteri ve virüsleri hapseden cihaz



Bağışıklık sorunu bulunan fareler üzerinde denenen, "hafif röntgen ışını elektrostatik filtresi" (SXC ESP), fareleri, havada bulunan hastalık yapıcı her türlü bakteri ve virüsler, çok küçük parçacıklar ve alerji yapan maddelerden koruduğu bildirildi.

Washington Üniversitesi'nden Prof. Pratim Biswas başkanlığında yapılan araştırmanın sonuçları Applied and Environmental Microbiology adlı bilimsel dergide yayımlandı.

Cihaz hakkında açıklamada bulunan Biswas, biyolojik terör saldırılarında kullanılan etkin maddelere karşı da tam koruma sağladığı kanıtlanan SXC ESP'nin çok amaçlı kullanım potansiyeli taşıyan bir cihaz olduğunu söyledi.

Biswas, SXC ESP'nin havadaki parçacıkları daha önce hiçbir zaman başarılamamış ölçüde yüksek bir verimlilikle filtrelemesinin yanında, etkisiz hale getirdiğinin altını çizdi.

Cihazın, benzeri yüksek verimli hava temizleme cihazları gibi evlerde, işyerlerinde ve hatta uçak kabinlerinde kullanım alanı bulunduğunu belirten Biswas, bu cihazlara göre çok daha verimli olarak çalışan SXC ESP'nin kullanılmasının da daha kolay olduğuna işaret etti.

Biswas, cihazın, solunum hastalıkları ve solunum alerjileri bulunan kişiler, küçük çocuklar ve ameliyathanelerdeki hastaların iç mekanlarda, havadaki mikroplara karşı korunmasının yanı sıra; elektrik santrallerinin, havadaki çok küçük parçacıklardan arındırılmasından, dizel egzozu parçacıklarının hapsedilmesine kadar pek çok potansiyel kullanım alanı bulunduğunu vurguladı. 

-Cihaz nasıl çalışıyor-

Havadaki parçacıklara son derece verimli bir şekilde elektrik yüklemesi yapan cihaz, daha sonra bir elektrik alanı yardımıyla bu parçacıkları hapsediyor.

Bundan sonraki aşamadaysa hapsettiği parçacıklara şua veren cihaz ve bu parçacıkları tıpkı güneşteki mor ötesi ışının yaptığı gibi foto iyonize etmek suretiyle tamamen yok ediyor.

Deriden yapay sperm ürettiler



İngiliz bilim insanları yaptıkları araştırma sonucunda, insan derisinde bulunan kök hücreler kullanılarak döllenmeyi sağlayan yumurta ve sperm üretmeyi başardı
İngiltere'de, Cambridge Üniversitesi'nden bilim insanları doku hücresinden yapay olarak yumurta ve sperm hücresi üretti. Üretilen hücrelerin yaşla birlikte üreme sistemiyle ilgili sorunlar ortaya çıkınca kullanılması hedefleniyor. Hücrelerin cinsiyet hücrelerine dönüştürülmesi bir hafta sürdü. Daha önce bu deney yapılmamıştı. Ancak bu ilk adımla hücrelerin cinsiyet hücresine dönüştürülme potansiyeli ortaya çıkmış oldu. Bu başarılı deneyin bir sonraki adımı ise sperm ve yumurta hücrelerini farelere enjekte etmek ve hücrelerin gelişip gelişmediğini gözlemlemek olacak. İngiliz kanunları ülkede, yapay hücrelerin kısır kişilere naklini yasaklıyor. Ancak kanun tekrar revize edilirse, çiftlerden alınan doku hücreleri, tüp bebek tedavisi kapsamında yumurta ve sperm hücrelerine dönüştürülecek. Bir kadının cildindeki hücreden ancak yumurta yapılabiliyor. Kadının hücreleri Y kromozomundan mahrum bulunuyor. Erkeklerin doku hücreleri ise teorik olarak, hem yumurtaya hem de sperme dönüştürülebiliyor. 

KÖK HÜCREDEN FARE YAVRULARI 

Cambridge Üniversitesi'ne bağlı Gurdon Enstitüsü'nde görev yapan ve bilim dünyasının uzun süreden beri beklediği araştırmayı yürüten Azim Surani, "Bizim bu hücrelerden üreme hücresi yapmamız imkânsız değil ancak onları kullanabilmemiz başka bir deney konusu" diye konuştu. 2012'de Japon bilim insanları farelerin kök hücrelerinden üreme hücreleri yapmış ancak aynı şeyi insan hücreleriyle yapmayı başaramamıştı. 2009'da ise Newcastle Üniversitesi araştırmacıları kök hücrelerden üreme hücreleri yaptığını iddia etmiş ancak yazdıkları makalenin sadece iddialar ve intihallerle dolu olduğu ve gerçeği yansıtmadığı ortaya çıkmıştı. 2002'de ise ABD'li bilim insanları bir erkeğe ait kök hücreden erkek ve dişi fare yavruları üretmeyi başarmıştı. Sheffield Üniversitesi'nde görev yapan araştırmacı Allan Pacey ise Surani'nin ürettiği üreme hücrelerinin başka amaçlar için de kullanılabileceğini açıkladı. Pacey, kanser tedavisinde kullanılan ilaçların zararlı olup olmadığını ortaya çıkarmaya yönelik testlerde bu hücrelerin kullanılabileceğini söyledi 

Trigliserit, kolesterol kadar önemsenmiyor!


Birçok insan iyi ve kötü kolesterol seviyesi hakkında bilgi sahibiyken, az sayıda kişi trigliserit oranını ölçtürür. Oysa kandaki yağ oranı incelendiğinde, dikkat etmeniz gereken sadece kolesterol değildir
Hekimler tarafından önemle incelenen kandaki trigliserit oranı, son yıllarda bilinçli bireyler tarafından da dikkate alınmaya başlandı. Trigliseritin ne olduğundan kısaca bahsetmek gerekirse, kanda doğal olarak bulunan yağ asitleri olduğunu söyleyebiliriz. Trigliseritler moleküler anlamda incelendiğinde ise yapısında, üç yağ asidi ve bir gliserol olduğu görülür. Trigliseritler, yağların temel yapı taşı olmalarının yanında onları bağırsakta kolay emilir hale getirmekle de görevlidirler. Vücuda dışarıdan alınan yağlar, karaciğere varmadan önce trigliseritlerde ayrıştırılırlar. Karbonhidrat, protein ya da yağ kaynakları fazla miktarda alınacak olursa; karaciğere gönderilemeyen enerji fazlası, ihtiyacımız olduğunda kullanılmak üzere yağ hücrelerinde depolanır. Kanda gereğinden fazla trigliserit bulunduğunda bu durum kötü kolesterol olarak adlandırılan LDL oranında artışa sebep olur ve damar tıkanıklığı gelişmeye başlar. Trigliserit oranını düşürmek, sandığınızdan kolay ve hızlıdır. İyi ve uygun bir diyetle kısa sürede normal değerlere ulaşılabilir. Bu sebeple trigliserit oranını düşürmeye yardımcı tüyoları bilmek ve vakit kaybetmeden hayata geçirmek gerekir. Birçok insan, iyi (HDL) ve kötü (LDL) kolesterol seviyesi hakkında bilgi sahibidir ancak az sayıda kişi trigliserit oranını merak eder ve ölçtürür. Oysa kandaki yağ oranı incelendiğinde, dikkat etmeniz gerekenler sadece HDL ve LDL değildir. HDL, LDL ve trigliserite ayna anda bakmak ve birlikte yorumlamak gerekir. Trigliserit oranına bakmak için alınan kan örneği, santrifüj yardımıyla temel bileşenlerine ayrılır. Bir süre beklendikten sonra test tüpü incelendiğinde en altta kırmızı kan hücrelerinin, ortada beyaz kan hücrelerinin ve en üste sarı renkte bir plazma tabakasının olduğu çıplak gözle bile görülecek hale gelir. 

BULANIK BİR SIVI HALİNDEDİR 

En üstte biriken sarı renkteki plazma tabakası, bize aradığımız bilgiye ulaşmak için ipuçları verir. Bu sıvı, yağlar da dahil olmak üzere kanda bulunan biyokimyasal maddelerin yoğunluğunu ifade eder. Bu tabaka bulanık ve irinli bir görüntüye sahipse, kanınızdaki yağ oranı yüksek seviyelerde demektir. Tahmin ettiğinizin aksine bu bulanık sıvı, kolesterolünüzün değil, trigliseritinizin yüksek olduğu anlamına gelir! Yapılan araştırmalar gösteriyor ki; trigliserit seviyesi kolesterol düzeyi kadar önemsenmiyor. Maalesef doktorlar da, eksik özen gösteren bu gruba dahil. Oysa yüksek trigliserit oranı, kalp hastalıkları başta olmak üzere birçok hastalığın sebebi ve göstergesi olabilir. Trigliserit oranının 200mg/dl ve üzeri olduğu durumlar, Hipertrigliseridemi olarak adlandırılır. Araştırmacıların hazırladığı raporlara göre, bu seviyenin üzerinde trigliserit oranına sahip kişilerin kalp hastalıklarına yakalanma oranı ciddi şekilde artış gösteriyor. Elbette tek başına trigliserit oranının yüksek olması kişiyi kalp hastası yapmaz. Ancak yüksek orandaki trigliserit, iştah mekanizması üzerinde çeşitli etkiler gösterir. Bilimadamlarının yaptığı araştırmalara göre yüksek trigliserit, doyma hissine ulaşmamızı sağlayan leptin hormonunu baskılıyor. Esasında doyacak kadar yediğiniz bir sofradan kalktığınızda kendinizi hâlâ tam anlamıyla doymuş hissetmiyorsanız, mutlaka trigliserit düzeyinizi ölçtürmelisiniz. Leptin hormonunun baskılanması, metabolizmanızda kırılması zor bir zincir oluşmasına sebep olur. Trigliserit düzeyinizin yüksek olması nedeniyle baskılanmaya başlayan leptin hormonu çok yemenize sebep olur. Vücudunuzda biriken yağ, bir süre sonra sizi obeziteyle kaşı karşı karşıya getirir ve unutulmamalıdır ki aşırı kilo, Hipertrigliseridemi'nin en önemli sebebidir! 

KİLO, ORANI YÜKSELTİYOR 

Trigliserit seviyesini artıran en önemli faktörler, aşırı kilo ve kontrolsüz diyabettir. Elbette sağlıksız yaşam koşulları da sebepler arasında sayılabilir. Mesela fazla kilonuz olduğu halde düzenli egzersiz yapmıyor ve hareketsiz bir yaşam tarzı benimsiyorsanız hiç şüpheniz olmasın ki trigliserit düzeyiniz yükselecektir. Karbonhidrattan zengin besleniyor veya alkol tüketiyorsanız, trigliseritiniz adeta bir roket hızıyla yükselir. Böbrek rahatsızlıkları, hipotroidi ve kalıtsal lipit bozukluklar da trigliserit oranında artışa sebep olan faktörler arasında sayılabilir. 

YEMEK LİSTENİZE EKLEYİN...
Somon balığı: Yapılan araştırmalar gösteriyor ki, omega 3 ve protein zengini olan somon balığı, triglserit oranında ciddi düşüşe sebep oluyor. 
Baklagilller: Fasulye başta olmak üzere baklagiller, protein ve lif yönünden son derece zengin besin maddeleridir. Baklagillerden alacağınız zengin lif oranı, bağırsaklarınızı adeta temizlemenize yardımcı olurken, tokluk hissi süresini de uzatarak daha az yemenize sebep olur. 
Meyveler: Meyve derken kesinlikle meyve sularından bahsetmiyorum. Meyvenin bizzat kendisini tüketmek, trigliserit oranında ciddi düşüşe sebep olur. Lif yönünden zengin elma ve berry grubu meyveler tüketebilirsiniz. 

TRİGLİSERİT KALP HASTALIĞI RİSKİNİ GÖSTERİYORKan yağları önemlidir. Kolesterol ne kadar önemliyse trigliseridlerin önemi de ondan az değildir. Yazımda bahsettiğim gibi aslında kanınızın santrifüj edildikten sonra ayrışan serum kısmının yağlı olarak görünmesini sağlayan kolesterol değil, trigliseridlerinizdir. Alışılagelmişin dışında olsa da doğruyu söylemek gerekirse, kalp hastalıklarını önlemeye çalışıyorsanız birincil hedef olarak kolesterol yanlış tercihtir. 

KOLESTEROL BİR MASAL MI? 

Gelişmiş ülkelerin diyetlerindeki kötü çocuğun yağ veya kolesterol değil şeker olduğunu savunuyoruz. Kolesterol masalına inanmak, kalp hastalıklarının gerçek sebeplerini ihmal etmemize ve obsesif şekilde etkisi daha az olan kolesterole odaklanmamıza sebep oldu. Kolesterolle ilgili önemli bir masalı ve bu masalın gerçek boyutunu da yazmak gerekli. Trigliserid rakamınızın önemini burada daha iyi anlayabileceksiniz. Masal: Yüksek kolesterol, kalp krizi için önemli bir habercidir. Gerçek: Yüksek kolesterol, kalp krizlerini öngörebilmek açısından değersizdir. Kalp krizi sebebiyle hastaneye başvuran insanların yarıdan fazlasında normal kolesterol değerleri tespit edilmiş ve yüksek kolesterole sahip birçok insanın da sağlıklı kalpleri olduğu görülmüştür. Kalp hastalıklarının genel riskini daha iyi belirleyen şeyin trigliseridlerinizin HDL'nize (iyi kolesterol) oranıdır. Örnek olarak, trigliserid değeriniz 100, HDL değeriniz 50 ise; oranınız 2 demektir veya trigliseridleriniz 150, HDL'niz 30 ise oranınız 5'tir. 2 ve altındaki oranlar mükemmel, 4 ve üzeri oranlar ise yüksek riski temsil eder. 

Enzimlerin Genel Sınıflandırılması ve Adlandırılması


Proteinlerin EnzimOlarakGörevleri
•  Proteinlerin en önemli fonksiyonlarından biri biyokimyasal
reaksiyonlarda katalizör görevi görmeleridir
•  Bu proteinler enzim olarak adlandırılırlar
•  Protein haricinde bazı RNA yapıları da katalizör görevi görür ve enzimlerin içinde yer alır
Enzimler: Biyolojik Katalizörler •  Katali=k ak=viteye sahip biyolojik
moleküllerdir
•  Birçoğu protein olmakla beraber bazıları
RNA yapısındadır
•  Reaksiyon hızlarını 107 kata kadar
hızlandırabilirler
•  Belirli moleküllere (substratlar) karşı
spesifiklikleri vardır
•  Normalde aşırı koşullarda meydana
gelecek reaksiyonların, vücut
koşullarında (daha yumuşak koşullar)
olmasını sağlarlar
•  Reaksiyon esnasında değişikliğe
uğrasalar da reaksiyon sonunda ilk
hallerine dönerler
•  Birçok enzim metal kofaktörleri ve
koenzimleri kullanır

Enzimlerin Sınıflandırılması
•  1) Oksido-Redüktazlar (redoks)
•  2) Transferazlar
•  3) Hidrolazlar
•  4) Liyazlar
•  5) İzomerazlar
•  6) Ligazlar ve Sentetazlar

1 Kasım 2014 Cumartesi

Bir DNA molekülünün yapısında arsenik bulunur mu?


Amerikan Havacılık ve Uzay Ajansı'nın (NASA) düzenlediği basın toplantısında, (3 Ara 2010) Kaliforniya'da bir gölün dibinde bulunan ve çok kuvvetli bir doğal zehir olan arsenikte çoğalabilen bir bakteri bulduğunu açıkladı.
Dünya üzerinde bu bakteri dışında hiç bir varlık arsenik ile yaşamaz. Yani aslında diyebiliriz ki, bu bir dünya dışı yaşam NASA'nın belki de yıllardır araştırdığı, "Dünya dışında yaşam var mı?" sorusuna "EVET!" diye cevap verebilen bir keşif aslında. Tek fark, dünya dışı yaşam süren bu varlığın uzayda değil, Dünya'da bulunmuş olması. Özetle, bu olay bize Dünya'mızdakinden çok farklı ortamlarda yaşamın olabileceğini gösterdi. 'Temel altı elementin olmadığı yerlerde yaşam yoktur' anlayışı genel kabul görürken, hiç beklenmeyen hatta bir zehir olan arsenik elementinin yaşam kaynağı olabilmesi elbette heyecan vericidir.



Vucudumuzdaki yağlar


Kötü Yağın Daha Kötüsü Olabilirmi?

1-Kötü yağ olarak bilinen LDL-kolesterolunun en az iki tipi olduğu ve bunlardan da B tipinin A tipine göre daha tehlikeli olduğu bulunmuştur.
2-B tipi LDL-kolesterolun diğerlerine göre boyutu küçük ve yoğunluğu fazla olduğu için buna small, dense LDL(küçük,yoğun LDL ; ky-LDL) adı verilmiştir.
3-Küçük,yoğun LDL-kolesterolun daha kolay okside olabilmesi, yapısının değişmesi ve dolayısıyla reseptörü tarafından tanınmaması nedeniyle dolaşımda daha uzun süre kalmasını sağlamakta, bu da kalp-damar hastalığı yönünden daha zararlı bir molekül haline dönüşmesine neden olmaktadır.
4-B tipi LDL-kol ; kolesterol ve LDL-kol düzeyi normal olan kişilerde de yüksek düzeylerde ölçülebileceğinden dolayı dikkat edilmesi gereken önemli bir tehlikedir.
5- Kadınlar bu konuda biraz şanslıdır, zira kadınlardaki ky-LDL düzeyi erkeklerden daha düşüktür, bu da kadınların kalp-damar, diyabet gibi bazı hastalıklar yönünden avantajlarını açıklamaktadır.
6-ky-LDL oluşmasında yağların özelliklede trigliseritlerin katkısı büyüktür.
7-ky-LDL düzeyinin düşürülmesinde düzenli ekzersiz ve trigliserit miktarının azaltılması (daha önce de işaret edildiği gibi fazla şeker, özellikle fruktoz trigliseritlere dönüşmektedir) yararlıdır, eğer sonuç alınmasında trigliserit düşürücü ilaçların alınması gerekebilir.
8- Damar sertliğinde , damar duvarında oluşan huzursuz plakların varlığı yansıttığından , ky-LDL düzeyinin ölçümü direk LDL- kol ölçümünden daha anlamlıdır.

Üniversitelerde Biyokimya Eğitimi

Biyokimya lisans eğitimi dersleri hakkında;


Biyokimya bölümü Türkiye de üniversite bazında henüz çok yaygın değil şu an sadece 3 üniversitede Biyokimya Lisans bölümü mevcut. Peki bu kadar az üniversitede olan bir bölümün eğitimi ne düzeydedir?
Sivas Cumhuriyet üniversitesinde 4 yıllık lisans eğitiminden size biraz bahsedeceğim.Birinci sınıfta genel olarak tüm bölümde verilen dersler okutulmaktadır.Türk Dili,İnkılap Tarihi,Matematik,Fizik,Genel Biyoloji, Genel Kimya ve Genel Kimya Laboratuvarı , bu saydığım dersler birinci sınıfta verilmektedir. Mesleğe yönelik olarak Genel Kimya Laboratuvarı ve Genel Kimya dersleri ön plana çıkmaktadır. Bu derslerde öğrencilere laboratuvar ortamı, laboratuvar kuralları ve genel kimya deneyleri öğretilmektedir.İkinci sınıfta ise dersler biraz zorlaşıyor,örneğin organik kimya,inorganik kimya ve analitik kimya gibi dersler ile yoğun bir çalışma dönemine giriyorsunuz,tabi bunların yanı sıra biyoloji ağırlıklı hücre biyolojisi ve histoloji gibi derslerde okutuluyor. Enstrümantal analiz dersi özellikle üzerinde durulması gereken bir ders mesleğe yönelik olarak birçok önemli konular bu derste işleniyor. Üçüncü sınıfta ise Biyokimya'ya tam anlamıyla giriş yapmış oluyorsunuz Biyokimya Laboratuvarı deneyleri üçüncü sınıfta sizi bir hayli zorluyor ama sizin mesleğiniz bu olacağı için deneyleri de severek yapmak zorundasınız.Bunun yanı sıra Biyokimyada Temel Teknikler derside oldukça faydalı Bu ders içeriği çok geniş proteinler,aminoasitler,lipidler çöktürtürme işlemleri gibi biyokimyanın alanına giren konular işlenilmekte.Biyoanorganik kimya dersinde ise vucudumuzdaki genel tepkimeler,(Karbonik anhidraz,Alkol dehidrogenaz) gibi önemli konular ağırlıkta. Üçüncü sınıfıın ikinci döneminde Enzimoloji derside Biyokimyanın en çok ilgilendiği kısımlardan olan enzimleri daha ince ayrıntılarına kadar anlamanızı sağlayan bir ders.Enzimoloji laboratuvarında genel enzim deneyleri çalışılmakta ve biraz da zevkli bir ders.Dördüncü sınıfta gene Biyokimya 3 dersi var bu ders içeriğide laboratuvarla birlikte biyokimya deneylerini içermekte örneğin hormonlar bu dersin büyük bir içeriğini oluşturmakta.Bunun yanı sıra Moleküler Biyoloji ve Genetik derside laboratuvarı ile birlikte (DNA,RNA) gibi birçok konuyu kapsamaktadır.Dördüncü sınıfın ikinci döneminde geniş bir biyokimya alanı olan klinik biyokimya dersi var ve gine bunun yanı sıra besin biyokimyası, beslenme biyokimyası gıda hijyeni,ilaç metabolizması gibi derslerde dördüncü sınıfın ikinci döneminde karşınıza çıkmakta.Bunlar Biyokimya lisans eğitiminde verilen dersler, açıkcası bu bölümü sevdikten sonra ve derslere isteyerek çalıştıktan sonra başaramayacağınız hiçbir ders yok.Sonuç olarak Biyokimya zevkli bir meslek ve henüz Türkiyede tam bilinmemesine rağmen insan vucudundaki herşey neredeyse biyokimya alanına giriyor.Yurtdışında bu mesleğin iş alanı daha çok olmasına rağmen umarım ilerleyen günlerde Türkiyede de daha çok duyulur bu amaç için bu web sitesini kurdum,sesimizi daha gür duyurmak ve biyokimya öğrencilerinin layıkıyla mesleklerini icra ettirebilmeleri için gayret ediyorum.Başta kendim olmak üzere umarım hayatta iyi bir yerlere geliriz.Bölümümü seviyorum hoşcakalın. :)

Emre DEMİR     - Sivas Cumhuriyet Üniversitesi
Biyokimya Bölümü (2011-2015)


31 Ekim 2014 Cuma

Meyve Ve Sebzede Peroksidaz Enzim Aktivitesinin Belirlenmesi


Biyokimya Laboratuvarı deneylerinde bazı genel bilgiler sitemizde paylaşılmaktadır. Biyokimya.Gen.Tr sitesi olarak Biyokimya hakkında herşeyi web sitemizde bulabilirsiniz.
Genel Bilgiler

Peroksidaz meyve ve sebzelerde yaygın olarak bulunan bir enzimdir. Hücreyi hidrojen peroksitin 
sebep olduğu oksidatif stresten korur. Bitki gelişmesinde önemli rollere sahiptir. Meyve ve sebzelerin 
işlenmesi sırasında rengin bozulması, lezzetin değişmesi, beslenme değerinin azalması gibi 
olumsuzluklara neden olmaktadır. Peroksidazlar bir Hidrojen donörü varlığında peroksitleri 
parçalarlar. Temel substratı H2O2’dir. Metil veya etil hidrojen peroksitler de substrat olarak 
kullanılabilir. Askorbat, fenoller ve aminler H donörü olarak görev yapmaktadırlar. 
Meyve ve sebze işleme teknolojisinde haşlama genellikle bir ön işlem olarak yapılmaktadır. Haşlama 
işleminin en önemli amacı ise meyve ve sebzelerdeki enzimleri inaktive etmektir. Peroksidaz enzim
bitkilerde bulunan en dayanıklı enzimdir ve peroksidaz enzimi inaktive olduğunda bütün enzimler 
inaktive olmuş demektir. Bu sebeple haşlama işleminin yeterli olup olmadığının tespiti amacıyla 
peroksidaz aktivitesi tayini yapılır.

Aminoasitlerin ince tabaka ve kağıt kromatografisi deneyi

Aminoasitlerin kromatografi deneyi
Kromatografi, bir karışımın bileşenlerini, bunlara seçimsel ilgi gösteren iki ya da daha çok evreden sistemler arasında farklı göçlerine bakarak tanımak, gerektiğinde niceliklerini belirlemek amacıyla yapılan ve ayırma işlemine dayanan analitik yöntemdir.
Kromatografi terimi başlangıçta, örneğin bitkisel pigmentlerde olduğu gibi cisimleri renklerine göre ayırma oluşmuş işleminden kaynaklandı, ama zamanla uygulama alanı oldukça genişledi.Kromatografi günümüzde son derece duyarlı ve etkin bir ayırma yöntemi olarak kabul edilmektedir. Duruma göre iki temel mekanizma uygulanır;
  • Bileşikler ya iki sıvı evre arasında paylaşılır(bu durumda dağılım ya da paylaşım kromatografisinden söz edilir)
  • Hareket halindeki bileşikler durağan katı bir evre yüzeyine bağlanır(bağlar yüzeysel ve fiziksel bir nitelik taşıdığında yüzde tutma kromatografisinden[tersinir bağ, bileşiğin bütünlüğünün korunması], buna karşılık hareketli ve yüzde tutulan bileşikler arasında gerçek kimyasal bağlar oluştuğunda iyon değişimi kromatografisinden söz edilir).

Kimyasal ve fiziksel özellikleri birbirine çok yakın olan bileşiklerden oluşan karışımları damıtma ve ayrımsal kristallendirme ile birbirinden ayırmak zor olabilir. Bu tür maddeler için çeşitli kromatografi yöntemleri kullanılarak başarılı ayrımlar yapılabilir.
Kromatografi, bir karışımın gözenekli bir ortamda, hareketli bir çözücü etkisiyle, karışım bileşenlerinin farklı harkeketleri sonucu birbirinden ayrılması olgusuna dayanır. Hareket eden faza hareketli faz, bahsedilen gözenekli ortama ise adsorban veya sabit faz denir.
Kromatografi olayında adsorpsiyon, dağılma ve değiştirme kuvvetleri rol oynar. Bu kuvvetlere göre de farklı kromatografik yöntemler farklı gruplarda toplanırlar.

Kromatografi Türleri

  1. Adsorpsiyon Kromatografisi(Moleküllerin katı bir yüzeye yapışması, tek molekül tabakasından oluşan bir yüzey tabakasının oluşması)
    1. Sıvı - Katı : Kolon ve İnce Tabaka Kromatografisi
    2. Gaz - Katı : Gaz Kromatografisi
  2. Dağılma Kromatografisi
    1. Sıvı - Sıvı : Kolon ve Kağıt Kromatografisi
    2. Gaz - Sıvı : Kolon ve Gaz Kromatografisi
  3. İyon Değiştirme Kromatografisi
  4. Jel Filtrasyon (Moleküler eleme) Kromatografisi
  5. İyon çifti Kromatografisi
  6. Afinite Kromatografısı



    aminoasit deneyleri aminoasitlerin kromatografi deneyi kromatografi nedir cumhuriyet üniversitesi biyokimya laboratuvarı sivas 

22 Ekim 2014 Çarşamba

Protein Saflaştırmada Çöktürme Yöntemleri


1- pH Değişimi ile Çöktürme

Çözeltinin pH değerini proteinin izoelektrik noktasına (pI) yakın ya da eşit duruma getirmektir. Bu işleme izoelektrik çöktürme denir. İzoelektrik noktada protein yüzeyindeki negatif ve pozitif yükler birbirlerine eşit olacaklardır ve benzer moleküller arasında artık elektrostatik itmeler oluşmayacaktır. Bu moleküller arasında belki elektrostatik çekimler oluşacak ve bu da proteinlerin çökmesi ile sonuçlanacaktır.
İzoelektrik çöktürme genellikle istenen proteinden çok istenmeyen proteinleri çöktürmek için kullanılır, çünkü çöktürme sırasında denatürasyon ve aktivite kaybı meydana gelebilir. Bunun nedeni ise elektrostatik çekimler nedeni ile proteinin üç boyutlu yapısının bozulmasıdır.
2- İyonik Şiddeti Düşürerek Çöktürme
Bazı proteinler çözeltinin iyonik şiddetinin belirli bir değerin altına düşürülmesi ile çöktürülebilir. Bu nadiren uygulanan bir yöntem, ham ekstratların kullanılma durumlarında gerçekleştirilebilir. İyonik kuvvet sadece su ilavesi ile düşürülebilir. Böylece konsantrasyon azalırken genelde çözünürlük artmış olur. Düşük iyonik şiddet ile çöktürme işleminin gerçekleşmesi izoelektrik noktada ya da izoelektronik nokta civarında daha olasıdır.
3- İyonik Şiddeti Artırarak Çöktürme (Salting-out)
Nötral tuzların ortama giderek artan miktarda eklenmesi ile çöktürme, kullanılan en yaygın yöntemdir. Çöken protein genellikle denatüre olamamaktadır ve aktivitesi de pelletin yeniden çözülmesi ile birlikte ortaya çıkmaktadır. Ek olarak bu tuzlar proteinleri denatürasyona, proteolizize, ya da bakteriyel kontaminasyona karşı stabilize edebilirler. Bu nedenle “salting-out” aşaması, ekstratın bir gece boyunca saklanması için en uygun aşamadır. Burada çökmenin sebebi izoelektrik çökmenin sebebinden farklıdır ve bu nedenle bu iki yöntem aşamalı saflaştırmalar için sıra ile uygulanır. Salting-out protein yüzeyinin hidrofobik yapısına bağlıdır. Suyu sevmeyen gruplar genellikle proteinin iç kısmında bulunurlar ancak bazıları parçalar halinde protein yüzeyinde yer alırlar. Su molekülleri bu gruplar ile temasa zorlanır ve bunu gerçekleştirirken düzenli hale gelir. Sisteme tuzlar eklendiğinde su, tuz iyonlarını çözer ve tuz derişimi arttıkça su proteininin çevresinden ayrılarak hidrofobik parçaları açıkta bırakır. Bir protein üzerindeki bu hidrofobik parçalar diğer bir protein üzerindeki hidrofobik parçalar ile etkileşebilir ki bu da yığışım olayıyla sonuçlanır. Bu nedenle daha büyük ya da daha fazla hidrofobik bölgeler bulunduran proteinlere göre daha önce agrege olacak ve çökeceklerdir. Oluşan agregatlar genellikle birkaç proteinin karışımıdır. İzoelektrik çöktürmede olduğu gibi ekstratın yapısı ilgilenilen proteinin çökmesi için gerekli olan tuz konsantrasyonunu etkileyecektir. İzoelektrik çöktürmede olanın aksine, sıcaklığın yükseltilmesi, çökmenin miktarını arttırmaktadır. Ancak ” salting-out” genellikle aktivite kaybını azaltmak için 4 ° C ‘de gerçekleşir. Tuz olarak genellikle amonyum sülfat kullanılır.
Tuzun etkinliği genel olarak anyonun türüne bağlı olarak belirlenmektedir. Yükü fazla olan anyonlar en etkili olanlardır. Eski sıralanışı fosfat>sülfat>asetat>klorür şeklindedir. Fosfat sülfattan daha etkili olduğu halde pratikte nötral pH’ta fosfat genel olarak en etkili hali olan PO4-3 den daha çok HPO4-2 ve H2PO4- iyonları olarak bulunduğundan amonyum sülfat daha çok tercih edilmektedir. Tek değerlikli katyonlar en etkili katyonlardır. Etki sıralanışı NH4+>K+>Na+ şeklindedir. Tuzun az miktarda safsızlık içermesi kullanımda önemli hata oluşturmaz, ve miktarda fazla kullanıldığında fiyatı ucuz olmalıdır. Birkaç molarlık konsantrasyonlar gerektiğinden tuzun çözünürlüğü de önemlidir. Bu nedenle birçok potasyum tuzu uygun görülmemektedir. Olası denatürasyon riski ya da çözünürlükte değişmeler sebebiyle, tuzun çözünmesi esnasında sıcaklık yükselmesi az olmalıdır. Son olarak, oluşan son çözeltinin yoğunluğu önem taşımaktadır. Çünkü agregat ve çözelti arasındaki yoğunluk farkı santrifüj ile ayırmada önemlidir.
4- Organik Çözücüler ile Çöktürme
Pek çok protein, aseton veya etanol gibi su ile karışabilen organik çözücülerin eklenmesi yoluyla çöktürülebilir. Burada proteinin çökme davranışı geliştiren faktörler izoelektrik çöktürmedekilere benzerdir ve salting-out etkisi ile çöktürmede olduğundan farklıdır. Bu nedenle,bu yöntem bir saflaştırma prosesinde izoelektrik çöktürmeye alternatif olarak ya da salting-out ile birleştirilerek kullanılabilir. Organik çözücünün ilavesi çözeltinin dialektrik sabitini ve dolayısıyla çözme kuvvetini düşürmektedir. Böylece proteinin çözünürlüğü azaltılmış olur ve elektrostatik çekimler etkisi ile agregasyon meydana gelebilir. Çökme pH değeri proteinin pI değerine yakın olunca daha kolay bir şekilde meydana gelmektedir. Proteinin boyutu da çökme davranışını geliştirmektedir.Buna göre daha büyük proteinler diğer özellikleri aynı olan daha küçük proteinlere göre daha düşük organik çözücü konsantrasyonlarında çökeceklerdir. Bununla birlikte bazı hidrofobik proteinler, özellikle hücre membranlarında bulunanlar organik çözücüler etkisi ile çöktürülemezler, ve aslında membranlardan organik çözücü proteinin hidrofobik parçaları etrafındaki su moleküllerinin yerini alacaktır, ki bu da çözünürlüğün artması ile sonuçlanacaktır.
Denatürasyonu minimuma indirmek için organik çözücülerle çöktürme işlemi 0°C’de veya altındaki sıcaklıklarda gerçekleştirilmelidir. Daha yüksek sıcaklıklarda protein konformasyonu hızlı bir şekilde değişecektir. Bu da organik çözücü moleküllerinin proteinin iç kısmına erişmesine olanak sağlayacaktır. Burada bu moleküller hidrofobik etkileşimleri bozabilir ve denatürasyona sebep olabilirler. Organik çözücülerin sulu çözeltilerle karışımlarının donma noktasının 0°C’nin altında olması bu çöktürme işleminin uygulanabilirliği açısından şanstır.
Aseton ve etanol en çok kullanılan çözücülerdir; kullanılan diğer çözücüler metanol, propan-1-ol ve propan-2-ol’dür. Özellikle büyük ölçeklerde çalışırken güvenlik dikkate alınmalıdır; buna göre çözücü göreceli olarak toksik olmamalı ve görece olarak yüksek parlama noktasına sahip olmalıdır.
5- Organik Polimerler ile Çöktürme
PEG(polietilen glikol) en çok kullanılan organik polimerdir. Çöktürme mekanizması organik çözücülerle çöktürme mekanizması ile benzerdir. Bununla birlikte daha düşük konsantrasyonlar gerektirmektedir, genellikle %20’den daha düşük. Daha yüksek konsantrasyonlar viskoz çözelti oluşumu ile sonuçlanmaktadır. Bu da çökeltinin geri kazanılmasını zorlaştırmaktadır. Polimerin molekül ağırlığı 4000’den daha büyük olmalıdır.
6- Denatürasyon ile Çöktürme
Denatürasyon ile çöktürme eğer ilgilenilen protein muamele sonrasında denatüre olmuyorsa, buna karşılık kontamine edici proteinler denatüre oluyorsa, bir saflaştırma adımı olarak kullanılabilir. Denatürasyon, sıcaklığın, pH’ın değiştirilmesi ya da organik çözücülerin eklenmesi ile gerçekleştirilebilir. Proteinlerin tersiyer yapısı denatürasyon esnasında bozulur. Bunun sonucunda rastgele sarmal yapılar oluşur. Çözelti içerisinde bu sarmallar birbirlerine dolaşırlar ve böylece agregatlar oluştururlar. Agregat oluşumu pH ve iyonik şiddet ile geliştirilebilir. Daha çok düşük iyonik şiddette ve proteinin izoelektrik noktası civarlarında gerçekleşir.
Yüksek sıcaklık ile denatürasyon: Yüksek sıcaklıklar, proteindeki konformasyonu sağlayan bağları kırarak ve birleşmiş çözücü moleküllerinin serbest kalmasını sağlayarak gerçekleştirmektedir. Farklı proteinler için denatürasyon sıcaklığı da farklıdır.
pH ile denatürasyon: Aşırı pH iç kısımlarda elektrostatik itmeye neden olmaktadır ya da amino asit yan zincirindeki yükleri değiştirerek iç kısımlardaki elektrostatik çekme kuvvetlerini yok etmektedir. Bunun sonucunda protein açılır.  Ve bağlanmış çözücü molekülleri uzaklaşır. Bu da denatürasyon ile sonuçlanır.
Organik çözücü ile denatürasyon: Organik çözücüler ile seçici denatürasyon, denatürasyonu arttırmak için, genellikle 20-30 °C’lerde gerçekleştirilir.


proteinlerin çöktürme özellikleri proteinleri çöktürme deneyleri,protein saflaştırılması.sütten ve etten protein eldesi protein çöktürme yöntemleri salting out tuz ile protein çöktürme

20 Ekim 2014 Pazartesi

Operon Nedir?


Gen ifadesinin transkripsiyon düzeyinde düzenlenmesi için operon modeli tanımlanmıstır.
Operon, tek promotor’un kontrolu altında bulunan ve çok sayıda genin (cluster) ifadesini düzenleyen bir sistemdir.
Operonda yer alan genler tipik olarak ortak bir metabolik yolda fonksiyon görürler.
Ökaryotlarda bir protein molekülünün her alt ünitesi veya her bir polipeptit zinciri için ayrı ayrı mRNA’lar transkribe edilmekte, prokaryotlarda ise bir protein molekülünün tüm alt üniteleri veya tüm polipeptit zincirler için bir tek mRNA transkribe edilmektedir.
Bir başka deyişle ökaryotlarda bir mRNA, bir polipeptit içindir; prokaryotlarda ise bir mRNA, birçok polipeptit zincir içindir.
Bu nedenle ökaryotlar monosistronik olarak, prokaryotlar ise polisistronik olarak tanımlanırlar
OPERON üzerinde RNA polimeraz bağlanma bölgesi ve cAMP+reseptör protein bağlanma bölgesi olmak üzere iki bölge içerirler.

Biyokimyanın Uygulama Alanları

Biyokimyanın temeli laboratuvar çalışmaları­na dayanır. Bu nedenle biyokimyacılar çok gelişmiş laboratuvar tekniklerinden ve aygıt­larından yararlanırlar. Örneğin dokulardaki bütün kimyasal maddeleri saptayıp ayırabilen spektrometre ve kromatograf gibi özel aygıt­lar biyokimyanın temel araçlarıdır. Böylece vücuttaki hormonlar ya da dokularda tutul­muş zehirli maddeler, başka hiçbir yöntemle saptanamayacak kadar az miktarda bile olsa bu aygıtlarla belirlenebilir. Canlı hücrelerin özel çözeltilere ya da pelte kıvamındaki özel besi ortamlarına “ekilmesine” dayanan doku kültürü de biyokimyanın en önemli teknikle­rinden biridir. Hücrenin bileşimi, çoğalma ve davranış özellikleri, enzim eksiklikleri, kro­mozom bozuklukları, kanser oluşumu, ilaçla­ra ya da mikroplara göstereceği bağışıklık tepkileri bu yöntemle anlaşılabilir. Hastalık yapıcı bakteri ve virüslerin özel besi yerlerin­de üretilmesine dayanan bakteri ve virüs kültürleri de mikroplardan ileri gelen birçok bulaşıcı hastalığın anlaşılmasına, tedavi ve bağışıklık yollarının bulunmasına yardımcı olmuştur. Hastanelerin biyokimya laboratuvarların-da, adli tıp kurumlarında, büyük tarım işlet­melerinde, haralarda ve karantina istasyonla­rında da biyokimyacılara önemli görevler düşer. Özellikle hastalardan alınan kan, id­rar, dışkı ve beyin-omurilik sıvısı gibi örnekle­rin biyokimya yöntemleriyle incelenmesi has­talıkların tanısında çok değerli ipuçları sağlar. Tarlalardaki ürünlerde ya da asma bağlarında bulaşıcı bir hastalık baş gösterdiğinde bu hastalığın etkenini saptamak, kriminolojide suçun işlendiği yerdeki bazı izleri, örneğin saç tellerini inceleyerek katilin kimliğini belirle­mek için de gene biyokimya yöntemlerine başvurulur. Yeni ilaçlann ve aşıların insan vücudundaki etkilerini araştırarak farmakolojiye yardımcı olan biyokimya günlük yaşamın birçok ala­nında önemli rol oynar. Yiyeceklerdeki katkı maddelerinin, tarımda kullanılacak gübrele­rin ve içme sularını arıtmak için katılan kimyasal maddelerin önce biyokimya yön­temleriyle sınanması gerekir. Radyasyonun canlı dokular üzerindeki et­kilerini incelemek için de gene biyokimya tekniklerinden ve aygıtlarından yararlanılır. Böylece, nükleer enerji santrallarından tele­vizyon ekranlarına kadar çok geniş bir alan­da, radyasyonun insan sağlığını tehlikeye atıp atmadığı denetlenebilir.

Rekombinant DNA teknolojisi


Rekombinant DNA teknolojisi, doğada kendiliğinden oluşması mümkün olmayan, çoğunlukla farklı biyolojik türlerden elde edilen DNA moleküllerinin, genetik mühendislik teknolojisiyle kesilmesine ve elde edilen farklı DNA parçalarının birleştirilmesi işlemlerini kapsayan bir teknolojidir. Rekombinant DNA ise; bu işlem sonucu üretilmiş olan yeni DNA molekülüne verilen isimdir.

Bu alanda yapılan işlemler, kısaca genlerin herhangi bir organizmadan alınarak üretilmesi (klonlama) ve üretilen genlerin gerek temel, gerekse uygulamalı araştırmalar için kullanılması olarak özetlenebilir.
Rekombinant DNA Teknolojisi
Aşamaları;
Doku veya hücrelerden DNA izolasyonu.
Genin elde edilmesi (DNA’nın belirlenen restriksiyon endonükleazlarla kesilmesi).
Restriksiyon enzimleri ile oluşturulan DNA parçalarının vektörlerle birleştirilmesi. Rekombinant DNA molekülünün oluşturulması.
Rekombinant DNA’nın konakçı hücreye aktarılması. Konakçı hücre içinde çoğalarak klonlarını oluşturması.
Konakçı hücrenin çoğalarak rekombinant DNA molekülünü oğul hücrelere aktarması.
Klonlanmış DNA’nın konakçı hücrelerden izole edilip incelenmesi.
Klonlanmış DNA’nın gerekirse konakçı hücrede ifadelenmesi. İlgili proteinin tayin ve analizi.
DNA İzolasyonu;
  Temelde 3 aşamadan meydana gelir;
Hücre duvarının parçalanması.
DNA-Protein kompleksinin çözülmesi.
DNA’nın ortamdaki diğer moleküllerden ayrılması.
  Değişik organizmalardaki yapısal farklılıklar çeşitli izolasyon yöntemlerinin kullanılmasını gerektirebilir.

18 Ekim 2014 Cumartesi

Tip 1 Diabet Mellitus ve insülin direnci biyokimyası nedir?



            İnsülin direnci, endojen salgılanan veya ekzojen verilen insülinin normalden daha az biyolojik yanıt oluşturması durumudur. insülin karaciğerde glukoneogenezi ve glikojenolizisi inhibe ederek hepatik glikoz üretimini baskılar. Ayrıca glikozu kas ve yağ dokusu gibi periferik dokulara taşıyarak burada ya glikojen olarak depolanmasını ya da enerji üretmek üzere okside olmasını sağlar.insülin direncinde kas ve yağ dokusunda insülinle uyarılan glikoz transportu ve metabolizmasında azalmanın yanı sıra hepatik glikoz üretiminin insülinle baskılanmasında bozulma olur. Bu durumda oluşan insülin direncini karşılayacak ve dolayısıyla normal biyolojik yanıtı sağlayacak kadar insülin salgısı artışı ile metalik durum kombinse edilir. insülin direnci bozulmuş glikoz toleransı ve diyabetin gelişmesinde majör rol oynar.
Obez bireylerde insülin direnci sık görülmektedir. Bununla birlikte normal glikoz toleranslı ve obez olmayan bireylerde ve esansiyel hipertansiyonlu hastalarda da insülin direnci görülebilmektedir. İlk olarak 1982’de Tip 1 diyabetli hastalarda insülin klemp tekniği kullanarak insülin direnci olduğu gösterilmiştir. Daha sonra yapılan başka çalışmalarda da Tip 1 diyabetli hastalarda benzer kontrol gruplarına göre belirgin insülin direnci olduğu gösterilmiştir. Bu hastalarda kronik hipergliseminin Tip 1 diyabetiklerde görülen insülin direncinden büyük ölçüde sorumlu olduğuna inanılmaktadır. Kötü kontrollü hastalarda iskelet kası kan akımındaki azalma, insülinin uyardığı glikoz alım hızında azalma ve hepatik insülin direnci saptanmıştır. Bunların yanında artmış kardiyovasküler risk faktörleri ve bel-kalça oranında artmanın insülin direncinin göstergeleri olduğu bildirilmiştir. Çocukluk çağındaki diyabetli hastalarda ise puberte sırasındaki büyüme hormonu düzeylerinde normal adolesanlara oranla daha fazla bir artış ve “İnsülin Like Growth Factor-1” düzeyindeki düşüş ile insülin duyarlılığında azalma olduğu düşünülmektedir.
           Tedavide metformin ve glitazonlar ile ilgili faydalı oldukları yönünde yapılmış çalışmalar mevcuttur. Sonuç olarak insülin direncinin tanısı diyabet regülasyonuna pozitif yönde etkili olabilir. Özellikle vücut kitle indeksi 30 ve üzerinde olan ve yüksek insülin ihtiyacı, hipertansiyon ve hiperkolesterolemi gibi insülin direnci belirteçlerinin bulunduğu Tip 1 diyabetli hastalarda insülin direncine yönelik tedavi fayda sağlayabilir.

Biyokimya ve Klinik Biyokimya Nedir ?

Biyokimya Nedir ?


Klasik bir tarife göre biyokimya, canlı organizmaların kimyasal yapısını ve hayatın devamı boyunca canlının içinde meydana gelen kimyasal olayları konu olarak ele alan ve inceleyen bir bilim dalıdır. Tıp ve sağlık bilimlerini de kapsamına alan biyoloji bilimi çok karmaşık ve komplike problemler içermektedir. Biyokimya bilim dalı ise deneysel metodlar ve aletler kullanarak bu sorulara ve problemlere çözüm aramaktadır.

2. Biyokimya Çalışma Alanı?

Bir biyokimyacının çalışma alanı nedir diye sorulacak olursa; “biyokimyacı, kimyasal, fiziksel ve biyolojik araç ve yöntemleri kullanarak canlı organizmanın yapısını ve hayatın devamı boyunca vücutta meydana gelen kimyasal değişimleri ortaya çıkarmak ve açıklamak için çalışan araştırıcıdır.” demek mümkündür.
Sonuç olarak biyokimya bilimi, yaşamın en küçük birimi olan hücrenin kimyasal yapısını, canlı- nın meydana gelişindeki, hayatının devamındaki ve nihayet yok oluşundaki kimyasal mekanizmaları konu olarak ele alan ve inceleyen bir bilimdir. Canlı meydana geldikten sonra hayatın devamı boyunca onun vücudunda meydana gelen olayların hepsine birden metabolizma adı verilmektedir. Bu nedenle biyokimya büyük oranda metabolizma ile ilgilenmektedir. Bununla beraber bazı anormal patolojik koşullar altında metabolizmada görülen ayrıcalıklar, yalnız has- talıkların teşhisinde görülen ayrıcalıklar, yalnız hastalıkların teşhisinde rol oynamakla kalmayıp, aynı zamanda normal olayların daha derinliğine aydınlatılmasına da ışık tutacaktır.

3. Biyokimyanın Tarihçesi

Biyokimya oldukça genç bir bilim dalı olup başlangıcından bugüne kadar yaklaşık 150 yıl gibi kısa bir zaman geçmiştir. 1903 yılına kadar hiç kullanılmamış olan biyokimya deyimi, ilk defa bu yıllarda Alman kimyageri Carl NEUBERG tarafından kullanılmıştır. Bununla beraber biyokimya alanında yapılan çalışmaların başlangıcı bu tarihten önceki yıllara rastlamaktadır. Biyokimya daha eski bilim dalları olan organik kimya, fizyoloji, biyoloji ve tıbbın gelişmesi ile günden gü- ne daha fazla değer kazanmıştır. İsveç Kimyageri olan Karl SCHEELE’nin 1700′lerin ortalarına rastlayan yıllardaki bitki ve hayvan dokularının kimyasal bileşimi konusundaki çalışmaları, biyokimyanın ayrı bir disiplin halinde kurulmasına neden olmuş ve biyokimyaya çok önemli katkılarda bulunmuştur.
WOHLER’in 1820 yıllarında üreyi kimya laboratuvarında sentez etmesi biyokimya tarihinde bir dönüm noktası olmuştur. Çünkü bu buluş organik moleküllerin yalnız canlılarda bulunduğuna inanılan ve adına vital güçler denen bir kuvvet tarafından sentezleneceği inancının yıkılmasına neden olmuştur. Başlangıçta parça parça ve basit olarak elde edilen bilgilerin toplanması ile biyokimya bağımsız bir bilim dalı olarak gelişmiştir. Biyokimyaya 1800 yılları sonuna kadar bazen fizyolojik kimya, bazen de patolojik kimya adları da verilmiştir. Bu tarihten başlayarak 1900 yılları başlangıcına kadar yapılan öncül çalışmalarla biyokimya alanında ilerlemeler kaydedilmiştir.
Biyokimya alanında en büyük atılımlar 1820 lerden sonra olmuştur. HARDEN ve YOUNG ile EMBDEN MAYERHOF’un karbonhidratların ara metabolizması konusundaki çalışmaları bu dönemin biyokimya konusunda en başarılı örnekleri olmuştur. KREBS ve diğerlerinin trikar-boksilik asit döngüsü konusundaki buluşları ve W.CROSE’un amino asitler konusundaki klasik çalışmaları bu devrin dikkate değer araştırmalarıdır. İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki yıllarda biyokimya alanında inanılmaz ilerlemeler kaydedilmiştir. Bu dönemlerden sonra biyokimya alanındaki bilgilerin her sekiz yılda bir yüzde yüz arttığı kabul edilmektedir. Bilim dünyasının moleküler düzeydeki çalışmalara büyük ilgi göstermesi biyokimyayı en dinamik ve en fazla bu- luşların yer aldığı bir alan haline getirmiştir. Çok hassas ve özgül kromotografik metodların 1950 yıllarında geliştirilmesi ile çok küçük miktarlardaki biyolojik moleküllerin saflaştırılmasına ve yapılarının aydınlatılmasına olanak sağlanmıştır. Radyoaktif izotoplarla işaretlenmiş bileşiklerin canlılara verilmesi ile bu bileşiklerin uğradığı değişiklikleri ve takip ettiği metabolik yolları izlemek mümkün hale gelmiştir. Son yirmi yıldaki baş döndürücü ve inanılmaz gelişmeleri anlatabilmek için bu dönemde yapılan çalışmalardan bazı örnek vermek gerekmektedir.
Glikoz, amino asit ve yağ asiti metabolizmasındaki biyosentez ve yıkım yollarının aydınlatılması konusunda yapılan çalışmalarla modern görüşlerin ortaya çıkması, steroid hormonlar ve kolesterol biyosentez yolunda yapılan yenilikler, biyolojik bakımdan önemli olan bazı proteinlerin yapılarının aydınlatılması bu devrin en başarılı çalışmalarından bazılarıdır.
1953 yılında I.D.WATSON ve F.CRİCK, DNA’nın yapısını aydınlatarak protein sentezinde çok önemli ilerlemelerin olmasını sağlamışlardar. Daha sonraki yıllarda çok parlak keşifler olmuş- tur. MAXAM ve GILBERT’in geliştirdiği kimyasal yöntemle DNA’nın yapısı bütün ayrıntıları ile belirlenmiştir. Bu sayede hem çeşitli DNA moleküllerinin daha detaylı incelenmesi mümkün ha- le gelmiş hem de gen mühendisliği dediğimiz yeni bir alan doğmuştur. Gen mühendisliği yöntemi ile, bir canlıdaki geni, bir başka canlıya transfer etmek ve çeşitli amaçlar için kullanmak mümkün hale gelmiştir. İnsan büyüme hormonu ve insan insülin hormonu geni, insan hücresinden bakterilere nakledilmiş olup, bu iki hormon bakteriler tarafından sentezlenmekte ve her iki hormon da bol miktarda elde edilmektedir. Gelecek yıllarda da bu tür keşiflerin dinamik bir alan olan biyokimya dalında yapılacağını söylemek mümkündür.
Biyokimya, canlı organizmaların kimyasal yapısını ve hayatın devamı boyunca canlının içinde meydana gelen kimyasal olayları konu olarak ele alın bilimdalıdır.
Biyokimyacı, kimyasal, fiziksel ve biyolojik araç ve yöntemleri kullanarak canlı organizmanın yapısını ve hayatın devamı boyunca vücutta meydana gelen kimyasal değişimleri açıklamak için çalışan araştırıcıdır. Canlının hayatı boyunca vücudunda meydana gelen kimyasal olayların tümüne metabolizma adı verilmektedir.